"The Leftovers" Üzerine

“Üç yıl önce dünya nüfusunun yüzde ikisi, hiçbir açıklama olmaksızın ortadan kayboldu.”

Üç yıl önce dünya nüfusunun tam yüzde ikisi aniden yok oldu. Ne bir veda, ne bir izah. Geriye kalanların hayatı, sanki görünmeyen bir el hepsinin omzuna aynı anda bastırmış gibi ağırlaştı. Damon Lindelof ile Tom Perrotta’nın (Perrotta’nın 2011 tarihli romanından uyarlama) ortak yarattığı The Leftovers, tam da bu ağırlığın üzerine eğilen bir HBO dizisi. 2014’te başlayıp 2017’de üç sezonda tamamlanan seri, bir “olayın” ne olduğundan çok, “kalanların” ne yaşayacağına bakıyor; cevapları özellikle muğlak tutuyor ve bununla gurur duyuyor. Dizinin resmi özetinde de vurgulandığı gibi “kasaba halkı üç yıl sonra hâlâ cevap arıyor”; ama cevap bazen hiç gelmiyor ve dizi bunun acısını hakkıyla yaşatmayı seçiyor.

İlk sezonun açılışında New York eyaletindeki kurgusal Mapleton kasabasına dalıyoruz. Polis şefi Kevin Garvey (Justin Theroux) kasabanın sinir uçlarıyla tek tek uğraşırken, karısı Laurie (Amy Brenneman) çoktan beyazlar giyen ve suskunluğu bir prensip hâline getiren bir tarikata —Guilty Remnant’a— katılmış. Kevin’in çocukları Jill ve Tom, kendi eksenlerinde savruluyor; bir yanda da Nora Durst (Carrie Coon) var: Bir günde bütün çekirdek ailesini kaybetmiş bir kadın olarak hem herkesle bağ kuruyor, hem de kimseye tam olarak dokunamıyor. Reverend Matt Jamison (Christopher Eccleston) inançla inkâr arasında gidip gelen bir vicdan gibi hikâyeye sızıyor. Bu çekirdek kadro, kaybın tortusunu her sahnede üzerimize serpiyor. Dizinin ana omurgası, “Sudden Departure” denen o esrarengiz günde ne olduğu değil; sonrasında kalanların anlam üretme çabasının nasıl şekillendiği.

Dizi adeta tekke ve zaviye teşkilatına postmodern bir bakış sunuyor. Guilty Remnant’ı özel kılan, “hatırlatıcı” bir örgüt olmaları. Beyaz giyiyorlar, sigarayı hiç bırakmıyorlar, konuşmuyorlar; sanki “dünya artık eskisi değil” cümlesini dumanla yazmak ister gibi kasabanın üzerine sis gibi çöküyorlar. Bunlar kimi zaman nihilist, kimi zaman dindışı bir tarikat; ama kesin olan şu: Onlar, unutturmamak için varlar ve unutmayanların öfkesiyle besleniyorlar. Bu tavrın dizide nasıl kitlesel gerilimlere dönüştüğünü de görüyoruz. 


The Leftovers’ın en tartışmalı yanı, kasıtlı “erişilmezliği”. Lindelof, yıllar sonra bir panelde bunun altını iyice çizdi: Dizi geniş kitlelere göz kırpmak için tasarlanmamış, acıyı ve belirsizliği yumuşatmak gibi bir hedefi yok. Bu yüzden bazı izleyicilerin “çok durgun, çok ağır, çok kasvetli” diye bırakması da göze alınmış. Bu açıklama, özellikle ilk sezonu izlerken “nedenini bilmediğimiz bir felaketin içinden, nedenini bilmediğimiz bir keder akıyor” duygusunu yaşayan herkes için anlamlı bir çerçeve sunuyor.

İlk sezon karmaşık ve ağır seyreden kurgu ikinci sezonda daha açık, daha akıcı... İkinci sezonla birlikte artık olaylar hareketleniyor farklı bir noktaya taşınıyor...

Müzikler, The Leftovers evreninde sadece eşlik etmiyor, anlam kuruyor. Max Richter’in imzası, dizinin hücresine kadar işlemiş durumda ve enfes müzikler, karakterlerin boğazında düğümlenen o sözsüz yası; ya da karmaşık halleri görüntüye işlenerek izleyiciye sunuluyor.

Oyunculuklar tarafında “ansamble” kavramının hakkı veriliyor. Kevin’in akıl sağlığı ile gerçeklik arasında gidip gelen rotası, Laurie’nin sessizliği, Matt’in inanç krizleri, Jill’in ergenlik ve boşluk arasında savruluşu, Tom’un bir peygamberin peşine takılışı… Ve elbette canımız Nora'mız, ekranda kalbinizin her atışını duyar gibi olduğunuz, ağlamayı erteleyip gülümsemeyi beceren, becerirken kırılan bir insan portresi. Liv Tyler’ı da es geçmeyelim; evet, “Elf prensesimiz Arwen” burada Meg Abbott olarak Guilty Remnant’ın içine sinen zehirli sakinliğin bombası haline geliyor. Yani Liv Tyler ayrı bir dünyadan gelmiş yine nevi şahsına münhasır halleriyle bu oyunculuk şölenine ortak oluyor.


Peki “anlam” nerede? The Leftovers, varlık-yokluk, iman-inkâr, gerçeklik-halüsinasyon salınımında izleyiciyi doğrusal bir cevaba zorlamıyor. Soru üretmeyi, soruların içinde yaşamayı, o sorularla iş görmeyi seviyor. Bu yüzden ilk bölümlerde “ne oluyor?” demek, beyin yanmaları yaşamak normal kalıyor. Ağır ağır yükselen, ilmek ilmek dokunan travmalar valla bana o kuyuda katarsis yaşattı.

The Leftovers bir “gizem çözme” dizisi değil; bir “gizemle yaşama” dizisi. Eğer sembolizmin ağır bastığı, temponun kontrollü şekilde düşürüldüğü, karakter psikolojisinin bütün ağırlığıyla kadraja girdiği anlatılara uzak hissediyorsan, ilk sezon seni epey zorlayabilir. Ama eğer kayıp, yas ve inancın modern bir mitoloji üzerinden nasıl konuşulabileceğini merak ediyorsan, bu yolculuk benzersiz...  

Yorum Gönder

0 Yorumlar